Sıfır Sorun Meselesi


Perşembe, Mayıs 5th 2016
Harun Davut Karahanlı

Harun Davut Karahanlı

Hani şu “Sıfır sorun diyordu, şimdi sorunsuz komşu ülke kalmadı” sığlığı yok mu! Sanki bundan önce herkes nur cemalimize aşıktı da şimdi kötü olmuşuz gibi…


Bakın bundan on yıl kadar önce, Türkiye üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla kaplı bir ülkeydi. Ermenistan düşman, Bulgaristan ve Gürcistan Rus bazlı panslavist düşman, Yunanistan zaten Allah’ın emri düşman, Irak Peşmerge ve Saddam içerdiğinden düşman, Suriye Apo’yu bağrında beslediğinden düşman, İran zaten dededen evladiyelik düşmandı…

Peki biz ne yapıyorduk? Hepsine protokollerde “pokerface” tavırlarla dostmuşçasına davranıyorduk. Halbuki dünyanın en stratejik noktasında kıtaları bağlayan boğazlar gibi jeopolitik öneme sahip Anadolu topraklarında barınmak güven özveri ve tecrübe isteyecekti. Ya Hitit gibi, Doğu Roma gibi, Osmanlı gibi şahlanacak, kılıcınız pas tutmayacaktı ya da bu stratejik “kısrağın başını” başka eller tutacak ve sizi attan düşürecekti. Zira bir dünya devleti kurulsa başkenti Anadolu’nun incisi İstanbul olurdu.

Osmanlı’nın küllerinden Balkanlar’da on altı, Kafkasya’da dört, Ortadoğu’da on beş, Afrika’da on dört devlet kuruldu. Tüm bu dev bölgeler yüzyıllarca Anadolu’daki payitahttan yönetildi. Ve bu gün siz bu yazıyı okurken, yukarıda saydığım koca dört coğrafyadaki ülkelerde halen İstanbul’daki payitahtın hükümet ettiği zamanlarda yaşamış, o döneme şahit olmuş yüzlerce insan yaşıyor. Bir asır insan hayatı için uzun olsa da, devletler için çok değildir.
İşte dışı kabuk tutan lavlar gibi içi hala sıcak olan bu fevkalade jeopolitik önem taşıyan toprak; Anadolu, değil sınır komşularıyla, Avusturya’daki Viyana’dan Yemen’deki Sana’ya, Ukrayna’dan Fas’a Cezayir’e kadar oldukça geniş bir hinterlanda sahip yönetim veya daha “monarkcası” tahakkümü altında bulundurmuş bir kara parçasında yaşıyoruz. Çok da geçmemiş üzerinden. Hatıralar dün gibi saklı. Demin atını denize sürdü Fatih, Barbaros donanmayla Sarayburnu’nda otuz üç pare top atışıyla demin selamladı sanki padişah-ı penah Sultan Süleyman’ı…

Böylesine kültürel, sosyolojik, dini ve ticari bağlarımızın olduğu bir sicile sahipken, dış işlerimiz yıllarca reddi miras yaparak komşularımızla ve Müslüman ülkelerle siyasi ve ekonomik alanda hiçbir iş birliği kurmadığı gibi, devamlı bir ayarlı propaganda ile kısır siyaset güderek basireti bağlanmış bir statükoya mahkûm ettiler bu köklü milletin devletini.

Öyle ki, o “deli fişek” tek partili yıllardan kalma Kemalist veya bu ülkede halk oyuyla hiçbir zaman iktidar olamamış ve olmayacak CHP zihniyetine mensup ve yıllarca İran’da hariciyelik yapmış bir diplomatımız emekli olup ülkeye geldiğinde katıldığı bir toplantıda İran’daki memuriyetinden dem vurarak Araplar’dan veryansın etmişti. Evet yanlış okumadınız, büyük bir medeniyet olan İran’nın ekseriyetle Farisi ve Turani topluluklardan meydana geldiğini bile bilmiyordu bu İran elçimiz! Merak da etmemişti zaten. Çünkü aldığı pozitivist, yakoben eğitim ona ezberletti ki, doğu ve doğudan gelen her şey cehalet ve gericilikti. Arap acem fark etmezdi, o hep yüzünü Batı’ya dönmeliydi. Dönmeliydi ki, o hafızası silinmiş, silinip içine ithal vizyon konulmuş GDO’lu bünyesindeki yüzünü batıya dönmüşken, arkasındaki üç yüz milyon Arap coğrafyası ve yine bir o kadar nüfuslu Asya’daki İrani ve Turani topraklarla İngiliz petrol avcıları ve amcaoğulları Benjamin Franklin rahatça ilgilenebilsindi.

Malum, Arabistan’lı Lawrance’lar kadar Türkiye’li Lawrance’lar da işlerini profesyonel yapmışlardı.

Türklere öğretildi; “Araplar haindir”. Arap’lara telkin edilen; Türkler Arapları sömürüyordu, malum onların çöldeki kumlarını plajlarımız için çalmıştık, padişahlarımızın da asırlarca araba tutkusu yüzünden petrol falan bırakmamıştık koca Ceziretü’l Arap’ta! Efendim, “mefhumu meçhulünden bir ifade”dir diyeceğim de, Türkçesini bulamıyorum. Malum ne oldu bizim o güzel dilimize!

Yıllarca Türk Dış İşlerinin Müslüman devletler arasındaki İslam birliği konferanslarına “laiklik” dürtüsüyle katılmayıp, devletimizi o siyasi ve iktisadi menfaatlerden mahrum bırakmalarını anlatmıyorum bile!

Milli irade çok geçmeden, ipleri eline almaya başlayınca, bu milletin giyimine, yemesine, camisine, ezanına, köylüsüne, tüccarına, etniğine düşman olmayan bir Başbakan getirdiler. Milletimiz kendi iradesiyle bir kaç deneme yapmıştı aslında, ama ya asılmış ya da zehirlenilmişlerdi. (Ruhları şad olsun…) Ve nihayet, cumhur ilk defa kendi iradesiyle Cumhurbaşkanını seçti. Şimdi sıra, üzerinde yaşadığı jeopolitik coğrafya nedeniyle, en az Türkiye’nin Urfa’sı kadar, Halep’i Musul’u da tanıması gereken bir Başbakan seçmekte. Adına Filistin’de şarkılar yazılıp, Lübnan’da binalara posterleri asılan, tüm Arap camiasında en az “Murad Alemdar” kadar tanınan bir eski başbakan, yeni Cumhurbaşkanımız olan Recep Tayyip Erdoğan gibi.

Türkiye ya büyüyecek, ya da küçülecek değil! Ya büyüyecek, ya yok olacak! Çünkü son üç bin yıl bu topraklarda hep böyle olmuş.

Gel gelelim, Ahmet Davutoğlu ve sıfır sorun meselesine. Evet, eskiden de kimse nur cemalimize aşık değildi. Efendim, haşa huzurdan hastalıklı bir eşek bir köye girdiğinde, o hastalığını sadece o köyün diğer eşeklerine bulaştırırmış. Düşman fitnesi de tümör yapacağı yeri gayet iyi tespit ediyor, laboratuar aşaması gayet başarılı çünkü. Tek gerekli olan şuursuz bir nesil, cahil bir dimağ. Onu da bu günlerde Ortadoğu’da bolca bulabiliyorlar. Bölük pörçük İslam dünyasında ithal kumaş mezhepler üretilerek, Çin malı cihat ilanlarıyla ancak bu kadar cehalet, vahşet ve terörizm peydah edilebilirdi. Önce sorunlar hediye edildi, sonra zamanı gelince o sorunlar kaşınmaya başlandı. Bu gün halen Ortadoğu yanıyor, patlıyor, kanıyor.

Önce sıfır sorun dedi, şimdi neden herkesle sorun yaşıyoruz diye moda bir tabir türemiş, ortalıkta geziyor ya hani. Hayır, zaten gerçek hususiyetleri hatta kurulma sebepleri arkasında on bin yıllık devlet geleneği ve bin yıllık İslam sancaktarlığıyla Türk milletinin kavimleri birleştiren muhteşem imparatorlukları yani daha “bizcesi” Devlet-i Aliye-i Muhammediye’lerine karşı icat edilip suni devletler kurulduğu için artık gerçek yüzlerini teker teker düşen maskelerinden sonra görmüş ve tüm dünyaya göstermişizdir. Bu hususta hiç şüphesiz Dış İşleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun fevkalade dehası yani ilm-i siyaseti yatmaktadır. Bu inkâr edilemez bir gerçektir. Dost görünümlü düşmanlarla çevrili olacağımıza, at izi it izinden ayrılmış oldu. İşte bu üstün siyaset hariciyemiz tarafından yürütüldü. Bu bile dış işlerindeki başarının en sarih delilidir. Kaldı ki, on yıl önce Balkanlardaki , Kafkaslardaki, Ortadoğu’daki diplomat sayımız ve konsolos binamızla bugün ki rakamlara, niteliklerine ve faaliyetlerine bakarsanız bu farkı anlamak iki kere iki dört derecesinde ortaya çıkacaktır.

Tabi ki bu başarının mimarı olan hariciye nazırımız yani Dış İşleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, böyle jeopolitik öneme sahip köprü ülkede başbakanlık için neden ideal ve gerekli bir isim olmasın.


Harun Davut KARAHANLI | www.harunkarahanli.com
Uluslar Arası İlişkiler

*Yazarların görüşleri mutlak olarak Prizren Post’un görüşlerini temsil etmemektedir.

Etiketa: , ,